3 Mart 2012 Cumartesi

28 şubat zihniyeti/mümtaz'er tüköne



Mümtaz'er Türköne


28 Şubat zihniyeti
28 Şubat'ın 15. yıldönümüne, manidar başka gündemler eşlik etti.
Bekir Kalyoncu ve Yaşar Büyükanıt, 15. yıldönümünde 28 Şubat tartışılırken
Balyoz davası için ifade verdiler. İlker Başbuğ aynı davada gündemdeydi.
Takdir-i İlahî, 28 Şubat'ın Başbakan'ı Necmeddin Erbakan, birinci ölüm yıldönümü
vesilesiyle 28 Şubat'taki mağduriyetiyle hatırlandı. Eski defterler açıldı. 15
yıl sonra ilk defa, gizli kalanlar ifşa edildi. Bakanların medya tehditleriyle
nasıl istifa ettirildikleri öğrenildi. Kimin hangi rezilliğin mimarı olduğu
anlaşıldı. Hangi dolapların kimler tarafından çevrildiği açığa çıktı. Kimlerin
geçmişte üstlendiği "darbeci" rolünü, bugün gözlerimize bakarak inkâr ettiği
görüldü. Hemen herkes eteğindeki taşı döktü. Dün ortada görünmeyenlerin bugün 28
Şubat'ta darbeye direnen kahramanlar olarak dolaşmasının da bir değeri olmadığı
ortaya çıktı. Geriye sadece 28 Şubat'ı bizatihi planlayıp icra edenlerin
oynadıkları rollere ve işledikleri suçlara göre yargılanmaları kaldı.
Gelecek sene 28 Şubat'ın 16. yıldönümünü idrak ederken, inşallah bu davanın
safahatını da takip ediyor olacağız. Peki, gelecek seneye 28 Şubat'tan, askerî
darbeler tarihinden geriye başka ne kalacak? Ergenekon ve Balyoz davalarının da,
beklendiği üzere bu yaza kadar sona ereceğini dikkate alırsak, bir yıl sonra
geçmişin darbelerini konuştuğumuz bir gündemimiz olacak mı? Gelecek seneye, bir
de halk eliyle yapılmış bir anayasanın şemsiyesi altında yaşadığımız hayalini
ekleyelim. Darbecilerin yaptığı anayasa, darbeler tarihinin tozlu saflarına
kaldırılmış ve sadece vatandaşının hukukunu korumayı temel görevi addeden bir
anayasanın himayesinde yaşayacağımız gelecek hayalinden bahsediyorum.
Türkiye, 27 Mayıs 1960'tan beri içinde debelenip durduğu bir askerî vesayet
düzeninden kurtuluyor. Bu kadar uzun zamanda, bu kadar zorlama ile sadece
yasalar değil zihnimiz ve ruhumuz da karardı. Alışkanlıklarımız ve
reflekslerimiz, askerî vesayet mantığının etkisinde kaldı. Hatta sorun çözerken
kullandığımız muhakememiz ve yöntemlerimiz bile.
Hocalı katliamını protesto etmek için yapılan Taksim mitingi, bu
alışkanlıklara bir örnek. Haklı ve meşru bir protesto. 20 yıl önce Hocalı'da bir
soykırım suçu işlendi. 1915 olayları yüzünden Türkiye'nin dışarıda dar bir
boğaza girmesi karşısında, bu protestoyu bir diplomatik ön alma olarak
gerçekleştirmenin de anlaşılmayacak bir tarafı yok. Sakıncası olan şey, sadece
askerî vesayete özgü, kin ve nefret kokan psikolojik harekât tekniklerinin bu
protestoda bir teknik olarak devreye girmesi. Böyle olunca darbeleri geçmişte
bırakmış ama darbecilerin karanlık tekniklerinden vazgeçmemiş oluyorsunuz. Bu
teknikler kullanılmasaydı, Hocalı katliamı protestosu daha etkili olmaz mıydı?
Kürt sorununda ve tabii terör sorununda yeni bir safhaya giriliyor. Herkes
masanın bir tarafında. Temaslar yapılıyor ve müzakereler sürüyor. Kapsamı ve
derinliği hakkında farklı rivayetler var. Bu esnada, barışçı ve silahsız bir
çözümden yana görünen BDP Başkanı Selahattin Demirtaş'tan bir öneri geliyor:
Kürtlerin geleceklerini belirlemek için önlerine sandık koymak ve referanduma
gitmek. "Federasyon", "özerklik", "bağımsızlık" ve "hiçbiri" şeklinde dört
alternatif arasından seçim yapmaktan söz ediyor. Bahsettiği açıkça "bağımsızlık"
seçeneğinin bulunduğu bir "kendi kaderini belirleme" oylaması.
Askerî vesayet mantığı ile bakarsanız bu öneri "devletin milleti ile bölünmez
bütünlüğüne yönelik" açık bir suç niteliğinde olacaktır. Bana sorarsanız
Kürtlerle birlikte aynı milletin bir parçası olma iddiasını ispatlama fırsatı.
Daha ötesi bu öneri, şiddeti sona erdirmek için de bir fırsat. Böyle bir
referandum ancak şiddetin tamamıyla sona erdiği ve özellikle Kürtlerin üzerinde
hiçbir baskının bulunmadığı şartlarda yapılabilir. Şiddet sona erince, böyle bir
referandumdan hangi sonuç çıkar? Böyle bir referandum ihtimalinin konuşulmaya
başlanması bile 75 milyonun kader ortaklığını tazelemek için bir fırsat sunmaz
mı?
Türkiye, karanlık bir tünelden geçer gibi 50 yılı aşkındır bir askerî vesayet
düzeni içinde yaşadı. Bu vesayetin sona ermesi, demokratik aklın ve yöntemlerin
devreye girmesi çözüm yollarını da farklı hale getiriyor. Kürt sorunu, bu
sorundan beslenen vesayet düzeni yüzünden içinden çıkılmaz hale geldi. Etrafa
kin ve nefret yayan psikolojik harekât teknikleri ile diplomatik bir sonuç elde
edilemez. Vesayet, düşmanlık ve entrika üretti. Demokrasinin açıklık ve güven
ortamına ihtiyacı var.
28 Şubat, 15 yıl geride kaldı. Peki ya 28 Şubat zihniyeti?
m.turkone@zaman.com.tr
04 Mart 2012, Pazar

Hiç yorum yok: